Aylin PEDAL

Tarih: 20.03.2021 14:08

BİZİ BİLEN BİLİR

Facebook Twitter Linked-in

NE MUTLU BİZLERE! İZİNDEYİZ, SEVGİNLE!

  ‘Kapı önünde oynamak’ ifadesiyle güzel Türkçemizde yer etmiş bir eylemin kahramanları olan çocuklardı bizim nesil.

Akşam karanlığı çöktü mü mahalleye beş dakikada bir evlerin pencerelerinden annelerin tiz sesleri yankılanırdı. İlk başta ‘Hadi eve gel artık’ davetini, sonrasında en az yedi oktavlı, on tekrarlı ‘Sana eve gel diyorum’ yumuşak serzenişi takip eder, en nihayetinde ‘Eve gel hemen’ emriyle ‘Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine’ tekerlemesinin hep bir ağızdan söylenmesiyle son bulurdu ılık meltem esintili günün son saatleri.

Bizler mi? Bir yandan dağılma telaşına düşen, bir yandan da aklı hala oyunda kalan, irili ufaklı, hafiften tozlu büyümüş de küçülmüş tatlı yaramazlardık.

Davetkâr mesajın otoriter buyruğa dönüştüğünün ayrımına varılmasıyla başlayan çocukça bir isyan geliyorum demezdi, gelirdi pat diye her defasında. Sırtta, omuzda, baş üstünde taşınsalar da haklarının ödenmesi mümkün olmayan biricik annelerden oluşan o çok sesli özgü(n)(r) mahalle korosunun her akşam bıkmadan seslendirdiği ‘Yuvaya Dönüş’ adlı eserin farklı versiyonlarından oluşan senkronize ekosuna kulak asmadan, bildiğini okumaya devam eden bir öbek miniğin direnişiyle atılmıştır özgür ruhun ilk temelleri daha o yaşlarda. Kaynağı hala bilinmeyen o yüksek öz güvenle, tombiş sokakdaşların sahip olduğu, adına ekip dayanışması denen bu bağ, zamanla tatlı bir misyona dönüşecekti. Her gün aynı yerde, aynı saatte, akşam karanlığı bizi ayırana kadar bir çeşit ‘yaşasın özgürlük yemini’ni bozmadan geçen oyun dolu keyifli saatler...

   Görünmez iplerle sıkı sıkıya oluşturulan bu düğümlerin ergenliğe adım attıkça bir bir çözülmeye yüz tutacağının farkında ol(a)madan; yakan top, istop, seksek, beş taş, lastik, gazoz kapağı gibi kendin yarat kendin oyna türü, doğa kaynaklı, maliyeti neredeyse sıfır, oynarken paylaşma iç güdüsünü tetiklediği için aslında gizliden kişisel ve grup terapisi yapan; basit, sıradan, ama bir o kadar da eğitici ve öğretici günlük oyun paketleri...

Hatırlanacak ne kadar da çok anı var o yıllardan. Oyun arası molalarda, kana kana su içmek için cami çeşmesi ziyaretlerinde oluşan uzun kuyruklar, grup oyunlarında birinci olabilmek için dökülen terler, en iyi takımı oluşturma hırsı, öğle aralarında evden aşırılan yiyecekler, komşuda pişer bize de düşerlerle  başlayan hatta sonu gelmeyen poğaça, kurabiye takasları, kabul günleri için akşam korist, sabah aşçı kimliğine bürünen annelerin el emeği bin bir çeşit lezzetlerin damaklarda bıraktığı o tat, bir dikişte bardağın dibini gördürten paşa çayları, az ödev, çok el/ev işi, aile içi bol sohbet, sınırsız kahkahalı kağıt oyunları, geleneksel hısım akraba ziyaretleri, uzun masa eşliğinde kalabalık yemek ziyafetleri, ağızlardan düşmeyen ‘Günaydın, Nasılsınız, İyi Günler, İyi Akşamlar’ selamlamaları, bitmek tükenmek bilmeyen ‘Büyüyünce, doktor, öğretmen, mühendis olacağım’lı gelecek hayalleri ve dahası...

İnsanın; soba üstü kestaneleri, portakal kabuklarından yükselen o kekremsi tütsüleri andıkça anası, yaş aldıkça tekrar çocuk olası geliyor.

   Dahası 40lı yaşlarla beraber, yatılı misafir kılığında gelip bir türlü evi terk etmeyen, sonunda iyi halden zihnin arka odalarına yerleşip artık bizlerden biri olan, canları isteyince kendilerine has üsluplarıyla yaşam sahnesine fırlayıveren rahmetli eski (=değerli) dostlar!!! Mahallenin sadık çocuk simitçisi, ihtiyar delikanlı bakkal amcası, yanık sesli bozacısı, zilli akşam yoğurtçusu, kutulu sütsal dondurmacısı, el arabalı bici bici muhallebicisi, köşe başı salçalı tostçusu, karakaçanlı yaş almış sütçüsü, gaddar ayı oynatıcısı, her daim neşeli bohçacı teyzesi, zamansız megafonlu overlokçusu, komyonetli taksitli nevresimcisi, gür sesli eskicisi, triportörlü pratik nayloncusu, çığırtkan salı pazarı tezgâhtarları sayesinde çoklu figüran rolleri kapılmış bile.

   Yumdukça gözünü, geçmişe ait her şey şimdi yaşanıyormuşçasına yine yeniden canlanır da ayrıntıları anımsayınca sımsıcak bir duyguyla yüzleşir insan; ama illaki öncesinde ezik bir burukluk, iç yanması, tarifi imkânsız bir hüzün ve sonrasında bir damla gözyaşıyla uzanır çocukluktan minik bir el, dokunur omzuna. Gözler sıkıca kapanır, kulaklar dikkatle kabartılır, beklenen fısıltı bağırtıya dönüştüğünde ayarsın ve dersin ki ‘Ne iyi ettiniz de geldiniz, ne de çok özlenmiştiniz’. Farklı yüzler ama benzer kalpler yine sarsa da etrafını sessizce zaman içinde, çocukluğunda iz bırakan bu sahneler ve karakterler hafızana kazınmıştır artık, hiçbir yer, hiçbir kimse ne onların yerini tutabilir ne de onlar kadar içten olabilir.

   Dil söyledi, kalem yazdı anıların kulağa fısıldadığı söz öbeklerini. Sahip çıkalım çocukluğumuza, anılarımıza en çok da kendimize!

    ANDIMIZ’ı hep bir ağızdan, tek yürek okuduktan sonra çalan ders ziliyle sınıflara koşmanın coşkusunu yakalayabilmiş gönüldaşların nezdinde, hayatta en hakiki mürşidi ilim, fen edinmiş aydınlık bilinçlere selam olsun!

   Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ey bu günümüzü sağlayan, Ulu Atatürk! Açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim.
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
  

 

 

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —